29 Aralık 2012 Cumartesi

Baba, Oğul ve Kutsal Ruh - 2


Her şey bununla başladı. Pek iyi olduğu söylenemez ama "ilk" olması açısından önemli. Baba.


Bu da oğlu. Aralarındaki yaş farkı azdır. Oğlun babadan daha yakışıklı olduğunu söyleyebiliriz.


Ve torun... Aileyi gurur dolu günlere taşıyan, karizmasıyla kitleleri peşinden sürükleyen hayırlı evlat... Çoğu kimse, onun gibisinin gelmediğini söyler. O kadar etkileyicidir ki, başkaları ona benzemeye çalışır (bkz. bu ve bu).


Bonus. Bu da ailenin gelini. Torunun annesi. Çocuğun kime çektiği belli oluyor sanırım...

Abukluklarla dolu Ke Nako'dan ayrılmayın...

30 Kasım 2012 Cuma

Tarihin Derinliklerinde 2012'nin Sırrı...


2012'nin sonunda ne olacak? Hani şu meşhur gün, 21 Aralık'ta... Ya da gerçekten bir şey olacak mı? Neden bu kadar söylenti, bu kadar iddia? Kıyamet, güneş fırtınası, ya da başka biri... Belki de hiçbiri...

Bu soruların cevabının geçmişte; yüzlerce, binlerce yıl öncesinde olduğuna inanan ve bu düşünce etrafında onlarca teori üreten bir grup var: Ubisoft Montreal. Yarattıkları Assassin's Creed markasıyla, tarihin farklı dönemlerine değinerek, geçmişteki çoğu olaydaki ortak sebebi anlatmaya çalıştılar. Ve bizi adım adım 2012'ye, o özel güne hazırladılar.

Ortasında doğduğu gizli savaştan kaçmaya çalışan genç bir adam... Bu uğurda bütün aliesini, geçmişini, hayatını geride bırakmayı göze almış ama yine de kaderinden kaçamamış bir adam...

Bin yıldır süren gizli bir savaş bu. Tarihte kalmış birer efsane olarak bilinen iki grubun savaşı: Tapınakçılar ve Suikastçılar.

Orta çağ efsanesi olarak kalmamış, yüzlerce yıl varlığını sürdürerek günümüze kadar ulaşmış; hayatımızı avucunun içine almış Tapınakçılar ve onlara karşı mücadele etmekten yılmamış, insanlığın kaderinin özgür kalması için savaşan Suikastçılar...

Oyunun, daha doğrusu serinin temelinde başlıca bunlar yatıyor. Düşünün, 12. Yüzyıl'dan beri devam eden iki grubun mücadelesi... Oyun koca bir tarihi elinde tutuyor. Anlatacak malzeme biter mi? Bitmiyor.

Özellikle de oyunun temelinde Animus gibi, konuyu her yere bağlayabilecek bir makine olması, serinin en güçlü yanı. Bu Animus, bağlandığı kişinin DNA'sından genetik hafızasını okuyor ve atalarının geçmişini canlandırabiliyor. Oyunumuzun tarihsel yönüne de böylece Animus zemin hazırlamış oluyor.

Desmond Miles adında 25 yaşındaki bir barmenin hikâyesini yaşıyoruz bu oyunda. Ve her geçen oyunda geçmişinden de biraz daha haberdar oluyoruz. Sırrını yavaş yavaş çözüyoruz.

Desmond'la Animus'a bağlanıp, "İlk Medeniyet"in sırrına ulaşmaya, "Cennet Parçaları"nın yerlerini öğrenmeye çalışıyoruz. Bu arada "Kanama Etkisi" denen bir yan etkiyle Desmond'ın, Animus seansları sırasında atalarının yeteneklerini öğrenmesine de tanıklık ediyoruz.

İlk önce 3. Haçlı Seferleri zamanına, 1100'lü yılların sonlarında yaşamış Suikastçı atası Altair'in anılarını yaşamaya başladı Desmond. Tapınakçılar'la Suikastçılar arasındaki savaşın daha yeni yeni başladığı ve henüz yer altına inmediği dönemde geçiyordu ilk oyun. Çoğu Haşhaşi özelliğini doğrudan görebildiğimiz oyunda, dönemin gerçek tarihsel karakterleriyle de karşılaşabiliyorduk.

Altair, Kudüs'e "yukarıdan" bakarken...

İkinci oyunda ise yaklaşık 300 yıl sonrasına gittik. 15. Yüzyıl Rönesans İtalyası'nda yaşamış soylu bir genç olan Ezio Auditore'nin anılarına tanıklık ettik. Ve bu sefer oyunun daha gelişmiş dünyasında birçok ünlü tarihi karakterle birlikte hareket ettik. Kimler yok ki? En başta oyunun başından sonuna kadar yanımızda olan Leonardo Da Vinci, gizemli baş düşmanımız Rodrigo Borgia (nâmıdiğer Papa VI. Alexander), dostlarımız Lorenzo de Medici, Niccolo Machiavelli... Ve zaman zaman dost ya da düşman olarak karşılaştığımız diğer tarihsel karakterler... Bu oyundaki en önemli detaysa, bulmaca oyunları aracılığıyla bize Tapınakçılar'ın tarihin eski dönemlerinden günümüze değin yaptıklarını ve "Cennet'in Parçaları"nın gücünü anlatan 16. Denek'ti.

Ezio, memleketi Floransa'da, bir düşmanının, anasından emdiği sütü burnundan getirirken... Arkadaysa ünlü Il Duomo Katedrali...

Bir sonraki oyun Brotherhood, ikinci oyunun kaldığı yerden, aynı temelde devam ediyordu. Bu kez oyundaki tek şehir, devasa Roma'ydı. Önceki paragraftaki çoğu özelliği devam ettiren oyunun asıl önemi, günümüz hikâyesiyle ilgiliydi.

Ve Revelations... Serinin en "bizden" oyunu. Ezio'nun macerasının son perdesi. Brotherhood'da aklımızda kalan soru işaretlerinin açıklığa kavuştuğu oyun. Artık 50'li yaşlarına gelen Ezio'yla bu kez İstanbul'da, evet, Osmanlı'nın başkenti, 1511 İstanbul'unda, ilk oyundaki kahramanımız Altair'in sırrını çözmeye çalışıyorduk. Eski dönemlerin atmosferini en iyi şekilde yansıtmasıyla ünlü Assassin's Creed serisinin İstanbul'a gelmesi, çok heyecan verici bir durumdu. Ve gerçekten heyecanımıza değdi. İnsanın gezip dolaştığı yerleri oyunda görmesi ne kadar güzelmiş, anladık. Üstelik Assassin's Creed gibi, şehirdeki her bir noktayı kullanabildiğiniz bir oyunda oynamak... Benzersiz bir deneyimdi...

Ezio ve Türk arkadaşı Yusuf, Galata Kulesi'nin tepesinden İstanbul'da gün batımını izliyor...

Ama Revelations Ezio'nun tatili gibi geçen bir oyun değildi. Özellikle modern hikâyeyi artık bir yöne doğru sürükleyen bir oyun oldu. Ve aklımızda yine onlarca soru işareti ile sonraki oyuna açılan bir kapı bıraktı.

Artık 2012'deyiz. Serinin bütün düğümünün çözüleceği oyun geldi çattı. Yıllardır hazırladığı "büyük son"a farklı bir tarihsel konseptle getiriyor bizi  Assassin's Creed. Artık Amerika'dayız. ABD'nin doğusundaki "Büyük Tapınak"ta; ABD'nin henüz ABD olamadığı, İngilizlerle sömürge Amerikalılar arasındaki savaş yıllarına yolculuğa çıkıyoruz. Desmond'ın bu kez Kızılderili atası Connor'la, 21 Aralık 2012'nin sırrını çözmek için son keşfimizi yapıyoruz. Assassin's Creed III ile, 5 oyunluk serinin büyük döngüsünün sonuna geliyoruz.

Geleceğe dönük bir komployla, tarihin tüm dönemlerini kucaklayan bir oyun evreni oluşturup, oynanış olarak da son derece özgün ve eğlenceli bir şeyler sunmayı başarmış Assassin's Creed serisi; hayatında oyunlara kıyısından köşesinden bulaşmış herkesin mutlaka oynaması gereken bir seri.

Son olarak, serinin modern (2012) hikâyesinin akışını görmek ve oyunun başlıca dinamiklerini öğrenmek için http://acinitiates.com adresini incelemenizi tavsiye ediyorum. Assassin's Creed'le ilgili herhangi bir soru, görüş, öneri, küfür vs. için de https://twitter.com/Burak_Eken Twitter adresinden ya da yazının yorum kısmından bana ulaşabileceğinizi hatırlatıyorum.

Twitter profilimde de yazdığım gibi: Keep calm and play Assassin's Creed...

11 Kasım 2012 Pazar

Baba, Oğul ve Kutsal Ruh...


Soldaki, ailenin ilk üyesi. Ona "fat" ya da "klasik" derler. Ortadaki, aslında aileye en çok katkı yapan. "Fat"ten 3 yaş küçük. "Slim" diye anılır. Sağdakiyse en yenileri. O da "slim"den 3 yaş küçük. Hiyerarşinin düzeni var yani. Bu küçüğümüzeyse "super slim" diyorlar. Aile aslında miadını doldurdu, ama ısrarla direniyorlar. Geleceklerini çok merak ediyoruz.

Blogun en abuk kaydı hayırlı olsun.

26 Eylül 2012 Çarşamba

Tarihi Değiştiren Kararlar - 2



Bildiğiniz gibi birkaç gün önce yeni bir seriye başlamıştım. Hazır bir heves başlamışken devam edeyim, dedim. O yazının sonunda bıraktığım açık kapıdan devam edeceğim bu gece.

PlayStation'la konsol piyasasına tam anlamıyla "bodoslama" giriş yapan Sony, oyun sektöründeki ilk nesil değişimini de kıyametler kopararak yaşadı. 2000 yılında önce kendi memleketinde, sonra da tüm dünyada satışa çıkan PlayStation 2, -önceki yazımda da belirttiğim gibi- gelmiş geçmiş en çok satan konsol olmasıyla doğal olarak kendi neslini de tamamen süpürdü.

Önce, kendinden 2 yıl eski olan, neslinin ilk konsolu Dreamcast'ın (Eski Arsenal formalarından hatırlarsınız) köküne kibrit suyu dökerek, yılların oyun devi Sega'yı konsol piyasasından çıkmak zorunda bıraktı. Sektörün bir diğer köklü firması Nintendo'nun yeni konsolu Gamecube da, bir yıl arkasından çıktığı PlayStation 2'nin altında ezilmekten kurtulamadı.

Ama bu nesilde konsol dünyasına yeni adım atan bir firma daha vardı. Windows'la bilişim dünyasının tozunu attıran Microsoft, sonunda gözünü oyun dünyasına da dikmişti. Gamecube'la aynı zamanlarda, 2001'in sonbaharında satışa çıkan bu yeni konsol; ismini, PC oyunlarının en büyük yazılım kaynağı DirectX'ten alan Xbox'tı. Ama yine PlayStation 2'nin ezici üstünlüğünden ve Microsoft'un bu alandaki tecrübesizliğinden dolayı konsol âdeta ölü doğdu.




Buraya kadar dikkatlice okuduysanız mevzunun nereye gideceğini az çok tahmin etmişsinizdir. PlayStation 2, bir oyun devini piyasan sildi, iki rakibini de yerle bir etti. Sony'ye rakip olmaya çalışan iki firma vardı: Giderek küçülmekte olan, bir zamanların oyun devi Nintendo ve sektöre henüz adapte olamamış, oldukça varlıklı bilişim devi Microsoft.

Günümüzde satışı 150 milyonu geçmiş olan PlayStation 2 karşısında Gamecube ve Xbox'ın satış rakamları 20 milyon seviyesindeydi. Bu büyük fark, oyun firması Nintendo'yu biraz daha eritirken, Microsoft'u hayâl kırıklığına uğratmıştı. Fakat ne Microsoft bu başarısızlıktan sonra hemen çekip gidecekti; ne de yılların oyun devi Nintendo batacaktı. Yine de acilen yeni bir formül bulmaları gerekiyordu.

Formülü Microsoft bulmuştu. Bu ezici ortamda Nintendo'yla güçleri birleştirmekten başka çare göremiyorlardı. Microsoft'un "güç birleştirme" formülü; Nintendo'yu satın alıp Microsoft'un oyun departmanı hâline getirmek ve birlikte Xbox'ı geliştirmekti. Ancak ne olursa olsun hâlen küçümsenemeyecek bir oyun devi olan Nintendo, bir başkasının himâyesi altına girmeyi kesinlikle kabul etmedi. Nintendo yıllar sonra yeniden bir başka sektör dışı dev firmayla ortaklık masasından kalkmıştı. Sonuç yine Nintendo'nun giderek güç kaybetmesi olabilirdi. Ama kökeni 1800'lü yıllara dayanan bu usta firma, bir çıkış yolu buldu.

Nintendo, Sony'nin bu ezici üstünlüğü sürerken geleneksel oyuncuları ikna edemeyeceğini düşünüyordu. Yeni konsolunda hedef kitlesi, oyun dünyasıyla alâkası olmayan insanlardı. Kulağa çok garip geliyor. Ama destansı bir uygulama başarısıyla hem oyun dünyasının gidişatını, hem de mobil ürün teknolojisini değiştirdiler.

Yeni konsolları Wii'yi, her yaştan her türlü insanın kolaylıkla oynayabileceği, basit, eğlenceli ve güzel grafikli oyunlar için tasarladılar. Ama en büyük yeniliği oynanışta yaptılar. Klasik gamepad anlayışının dışına çıkarak, hareket algılayıcı kontrol sistemini geliştirdiler. Herkesin ilgisini çeken bu yepyeni kontrol sistemi ve renkli oyunlarıyla tam anlamıyla amaçlarına ulaştılar. Özellikle oyun dünyasının maskülenliğini kırarak kadınların da geniş oyun dünyasında kendilerine yer bulabilmelerini sağladılar. En sonunda kadınlarca "Erkeklerin PlayStation'ı varsa, bizim de Wii'miz var" denecek kadar sembol bir noktaya geldiler. Ve bu durum doğal olarak satışlara da yansıdı. PlayStation 2 ve PlayStation One'dan sonra 100 milyon satışa ulaşan tek konsol Wii oldu.

Nintendo Wii ve hareket ettirerek kontrol edilen kumandası


Microsoft mu? Onlar yeni nesle rakiplerinden bir yıl önce girdiler. Nintendo'nun aksine, yine doğrudan PlayStation'a rakip olmayı tercih ettiler. Ama gerek oyun yapımcılarından aldıkları destek, gerek tüm dünyada daha yaygın ve daha başarılı pazarlamayla yeni nesle çok sağlam bir giriş yaptılar. Özellikle PlayStation 3'e karşı Xbox 2 gibi bir isim hatasına düşmeyip, yeni nesildeki 360 derece kontrol sisteminden hareketle Xbox 360 ismiyle çıkış yapmaları takdire değerdi.

Ama asıl başarılarına ironik bir şekilde PlayStation 3 çıktıktan sonra ulaştılar. PlayStation 2'nin olağanüstü başarısıyla gözü dönen Sony'nin PlayStation 3'e 600 $ gibi insanlık dışı bir fiyat biçmesi, Microsoft'a büyük avantaj getirdi. Şöyle ki; aynı donanım kalitesine ve hemen hemen aynı oyun yelpazesine (Sony ve Microsoft'un kendi stüdyoları dışında üçüncü firmaların yaptığı oyunlar çok yüksek oranda iki konsola birden çıkıyor) sahip iki konsoldan biri diğerinden 200 $ ucuzsa, tabii ki gidip ucuz olanı alırsınız. Xbox 360 da bu durumun ekmeğini fazlasıyla yedi. Sony'nin en sonunda 2-3 yıldır yaptığı indirimlerle PS3 satışları Xbox 360'a nihayet yetişebildi; Wii, yani liderlikse çok uzaklarda. Bir önceki neslin açık ara lideri olan PlayStation, bu nesilde sonunculuktan hâlen kurtulabilmiş değil.

Xbox 360 ve -bana göre- gelmiş geçmiş en iyi gamepad


İşte böyle. Bu kez bir dönüm noktası, iki tarafının birden tahmin edemeyeceği kadar yükseldiği bir süreci başlattı. Ortaklık masasından anlaşamayarak kalkan Microsoft ve Nintendo, bu nesilde PlayStation'ın eziciliğinden kurtulmak bir yana, Sony'yi kendi içinde oyun piyasasında kalıp kalmamayı tartışacağı bir duruma soktu.

Bu neslin sonlanmasına, yeni nesle 5 kala, üç büyük firma da eşit konumda. Pusuya yatmış, yeni konsollardan haberler beklerken; bir yandan geçmişi anmaya, oyun tarihindeki kırılma anlarından bahsetmeye devam edeceğim. Bir başka yazıda görüşmek üzere...

23 Eylül 2012 Pazar

Tarihi Değiştiren Kararlar


Gece vakti hatırladığım bir olay üzerine bir seri hazırlamaya karar verdim. Kendimce önemli bulduğum kırılma noktalarından bahsedeceğim. Önceden belirtmek gerekir ki, bu seri daha çok oyun dünyasıyla ilgili olacak. Konsollar, PC'ler, laptoplar, tabletler, cep telefonları... derken oyunların artık iyice etrafımızı çevrelediği günümüzde, bu serinin ilgi çekeceğini düşünüyorum.

80'lerin sonları, 90'ların başlarına gelindiğinde, teknolojinin gelişmesi, oyun pazarının büyümesi ve ev konsolu kavramının oturmaya başlamasıyla birlikte video oyunculuğu da yavaş yavaş kabuk değiştiriyordu. Yıllardır sektörde olan oyun firmaları bu değişime ayak uydurmakta zorlanırken, bazı önemli elektronik firmaları da oyun sektörüne adım atmayı plânlıyordu. Fakat oyunlar ve oyunculuk konusunda tecrübesiz olan firmalar, umduklarını bulamayarak büyük hüsranlar yaşıyorlardı.

Oyun dünyasına girmeyi plânlayan, ama kendisi gibi yabancı firmaların sektörde yaşadığı fiyaskoların farkında olan Sony de adımını, dönemin oyun devi ve hemşehrisi Nintendo'yla ortaklık kurarak atmaya karar vermişti. Nintendo da teknolojideki değişimi Sony'nin desteğiyle yakalamayı amaçlıyordu. İki taraf için de çok yararlı gözüken bir ortaklık kurulmuştu. Sony'nin, o dönemlerde yeni ortaya çıkan Compact Disc sistemini (bildiğin CD) kullanarak hazırlayacağı ve işlemcisini de yapacağı konsol, Nintendo'nun setkördeki uzmanlığı ve oyuncuların eğilimlerine olan hâkimiyetiyle pazarlanarak her iki firmaya da büyük kazanç getirecekti.

Fakat bu ortaklığın ilerleyişi pek de beklendiği gibi olmadı. Sony, konsolların geleceğiyle ilgili daha fazla insiyatif sahibi olmak istiyordu. Kendince fikirler, projeler üretiyordu. Nintendo ise bu durumdan rahatsızdı. Ama asıl rahatsızlık, Sony'nin Nintedo'ya gönderdiği sözleşmeyle çıktı. Sony, konsolla ilgili her konuda kendi markasını öne çıkaran bir sözleşme hazırlamıştı. Nintendo'nun başkanı sözleşmeyi okur okumaz durumun artık kabullenilemeyeceğine karar verdi ve sözleşmeyi iptal etti.

Nintendo 64


Nintendo bunun üstüne yeni konsolunu Sony'siz hazırlamaya karar verdi. Sony ise Nintendo için hazırlamakta olduğu sistem üzerinde tek başına devam etti.

Sony, CD formatına göre hazırladığı ilk oyuncağı PlayStation'ı, Aralık 1994'te Japonya'da, 1995'te de tüm dünyada satışa çıkardı. Bir yıl sonra da Nintendo, 64 bit işlemciden hareketle "Nintendo 64" ismini verdiği, CD yerine eski usül kartuş sistemini kullanan yeni konsolunu çıkardı.

Nintendo 64, tüm dünyada 30 milyon civarında satış rakamına ulaştı. -Atarileri, Micro Genius'ları saymazsak- benim de  bugüne kadar sahip olduğum ilk ve tek oyun konsolu olan PlayStation'ın satış rakamıysa Nintendo 64'e pek de yakın değildi. Zira toplamda 100 milyondan fazla satarak, hem gelmiş geçmiş en çok satan konsol ünvanını açık ara ele geçirdi, hem de 100 milyon satış barajını aşan ilk konsol oldu..

İşte her şeyi başlatan ilk PlayStation. Tabii tek bir farkla: konsol ilk çıktığında bu analoglu gamepad yoktu.


Sony sadece çok güzel bir konsol değil, oldukça sağlam bir marka yaratmıştı. PlayStation'ın hayırlı evladı PlayStation 2, satışa çıktığı 2000 yılından günümüze 150 milyonun üstünde satışa ulaşarak, babası PlayStation'ın rekorunu kırdı. 2006'da çıkan Playstation 3, satış anlamında atalarına yaklaşamazken, Playstation markasını koruma ve oyunculuğun merkezinde tutma açısından başarıyı sürdürdü.

Nintendo ise, Nintendo 64'ün başarısızlığından sonra PlayStation 2'ye rakip olarak çıkardığı Gamcube'la piyasadan silinme tehlikesi yaşadı. Günümüzde yeni yeni toparlanabilen Nintendo'nun yaşadığı bir başka yol ayrımı da, başka bir yazının konusu olsun.

12 Eylül 2012 Çarşamba

FIFA 13


PES'in kapak yıldızı olduğu dönemde "Ben PES oynamıyorum, FIFA oynuyorum" diye tarihi bir söze imza atan ve bunun üstüne Konami'nin sözleşmesini yenilemediği Messi'yi EA doğal olarak havada kapmıştı. Önce bu yılın başlarında çıkan FIFA Street'te gördükten sonra, şimdi de FIFA 13'ün kapağını süslüyor bizim bücür. Messi iyi hoş da, FIFA 06'dan bu yana bütün kapaklarda gördüğümüz Rooney'yi bu kez görememek bir boşluk hissi yaratmıyor değil. Özellikle bir FIFA oyununda Rooney'siz "Bir tuşa basın" ekranı insana çok garip geliyor.

Girişi fazla uzattık, meseleye gelelim. Önceki paragrafta da bahsettiğim gibi, oyuna girdiğimizde Messi karşılıyor bizi. FIFA 12'ye Rooney'nin volesiyle başlarken, FIFA 13'e Messi'nin sağ ayağıyla(!) vurduğu demi voleyle başlıyoruz. FIFA, demolarda PES'teki gibi kilitli menü sistemini kullanmadığı için, oyundaki tüm modlar demoda da seçilebilir durumda. Aman yanlış anlamayın, bu modları oynayamıyoruz tabii ki. Ancak bu sene oyunda yapılan değişikliklerin hepsini sergileyen bir menü alt yapısı var. Yani seçtiğimiz bir modun tüm özelliklerini ve asıl olarak yeniliklerini öğrenebiliyoruz.

Oyunun en büyük yeniliklerinden birkaçıysa demoda oynanabilir durumda. Bunlardan biri "Maç Günü" modu. Gerçek kadroları, form durumlarını, sakatlıkları vs. değişken özellikleri yansıtan bu modu, takım seçme ekranında tek bir tuşla ("Y" veya "Üçgen") açıp kapatabiliyoruz. Oyun online bağlantıyla gelişmeleri önümüze koyuyor. Fakat demoda bundan faydalanabilmek için Origin'in yüklü olması ve üyeliğinizin bulunması gerekiyor. Ben böyle dayatmaları hiç sevmediğim için ne Steam'le işim olur, ne de Origin'le. Bu yüzden demoyu farklı bir yerden indirdim ve crack'ledim. Yaşadığım tek dezavantaj da bu "Match Day"in nimetlerinden faydalanamamak oldu.

Artık maçtan önce Arena modunu oynamıyoruz. Bunun yerine oyunun kontrollerine alışma amaçlı koyulan bir antrenman bölümü var. Her maçtan önce başka bir antrenman yapıyoruz. Kimi zaman isabetli pas, kimi zaman isabetli orta, kimi zaman isabetli şut vs. Özellikle isabetli pas antrenmanı benim için çok faydalı oldu. Ayrıca serinin 360 derece kontol sistemine ne kadar iyi adapte olduğunu sergileyen bir gövde gösterisi gibiydi bu isabetli pas antrenmanı.

Hazır kontrollere değinmişken oynanıştan bahsetmek gerek. Temel olarak FIFA 12'nin aynısı olsa da, uyum sağlamayı gerektirecek bazı yenilikler var. En önemlisi "İlk Temas" denilen yeni top kontrol sistemi. Önceden oyuncular kendilerine ya da hemen yakınlarına gelen topları otomatik kontrol ederken, artık bu işlemi sağ analog yardımıyla biz yapıyoruz. İlk başlarda bana oyuncuyu gereksiz zorlayan saçma bir sistem gibi gelse de birkaç maç yaptıktan sonra önemini biraz anlamaya başladım. Özellikle rakip ceza sahası çevresinde gole gitmeye çalışırken bu yeni kontrol sistemi çok işe yarıyor. Oyuncunun topu kontrol etmesini beklemeden direkt kaleye yönelebiliyoruz.

FIFA 12'deki yapay zekâ abuklukları da biraz törpülenmiş. "Abukluk" dediysem, yapay zekânın yetersizliği değil, aşırı zeki olmasıydı sorun! Tarihî bir hata sonucunda, yönlendirdiğimiz futbolcuların hareketlerine değil, bastığımız tuşlara tepki veren bir rakip yapay zekâsı sunmuştu bize FIFA 12. Bu sorunu düzeltmişler. Artık rakip oyuncular -özellikle ikili mücadelelerde- bir tuşa bastığımız anda, daha bizim oyuncu hareketini yapmadan karşılık verip topu kapamıyor. Olması gerektiği gibi, yönlendirdiğimiz oyuncunun hareketine göre konum alıyorlar. Bunun düzeltilmesi çok önemliydi, bu açıdan oyun önemli bir aşama katetmiş.

Oyunun hoş detaylarından biri de yeni titreşim özelliği olmuş. Eski oyunlarda sadece toplar direğe çarpınca devreye giren titreşim, artık heyecanı yaşatmak için de kullanılıyor. Maç penaltılara gittiğinde son, kader penaltılarında gamepad hafif ritimli bir şekilde titreyerek alttan gerilim veriyor. :)

Sesler sonunda olması gereken hâlini bulmuş. Maç boyunca ortalama bir tonda tezahürat eden ama top üç direğin arasından geçtiği anda avazı çıktığı kadar bağıran taraftarlara güzel bir ses düzenlemesi yapılmış. Artık pozisyonlara daha iyi tepki veriyorlar. Gole ne kadar yaklaştığınız, seyircilerin ses seviyesini de doğru orantılı etkiliyor.

Grafiklere gelirsek, futbolcular yine çok kaliteli bir şekilde modellenmiş olsa da, yüzler yine ifadesiz, hareketsiz bir şekilde duruyor. Ama oyunun genel grafik kalitesi bir adım daha ileri gitmiş. Özellikle seyirciler daha canlı gözüküyor. Ve en önemlisi stadların ışıklandırmasını (özellikle gündüz maçlarında) çok daha canlı ve gerçekçi yapmışlar.

Ve gelelim oyunun en güzel yanına... Oldukça iyi bir oyun olan FIFA 12'nin PES'e göre en zayıf kalan tarafına devrim niteliğinde bir ayar vermişler. Ne miydi o? Sinematiklik... Kelimeye takılmayın, "sinematik" demek sadece oyundaki ara videoların film gibi kurgulanması demek değildir. Özellikle bu tarz oyunlarda gerçektekine benzer kamera açılarının kullanılması kastedilir. İşte sonunda onu başarmışlar. Daha futbolcuların sahaya çıkışında başlıyor kaliteli sinematikler. Örümcek kamerayla stada geniş bir bakış, koridor görüntüleri, futbolcuların hakemin ardından sahaya çıkışı, seromoni, el sıkışma, para atışı... Maç öncesinde olabilecek her türlü detayı oyunda da görebiliyoruz artık. Pozisyon tekrarlarında ve gol sevinçlerinde de FIFA 12'deki gerçek dışılık ortadan kalkmış. Yakın çekimler başarılı bir şekilde kullanılmış. Ama penaltı atışlarının sonunda biraz garip bir yol izlemişler. Gerçekçi kameradan ziyade, biraz yavaş çekimde tamamen sinematik bir çekimi tercih etmişler. Eski oyunlarda da bu tarz seçimleri vardı. İnşallah onu da zamanla düzeltirler ama böylesi de fena değil.

Uzattıkça uzattık, suyunu çıkardık. Sonuç olarak çok güzel oyun olmuş efendim. Futbol oyunlarına az buçuk ilgi duyan herkesin mutlaka oynaması gereken hoş bir deneyim sunuyorlar. Şu sayfadan indirebileceğinizi belirtiyor ve EA Sports'a teşekkürlerimi gönderiyorum. Ve tabii tam sürüm çıkınca da paralarımı...

26 Ağustos 2012 Pazar

Vaka-i Numpadiye


Van Persie'nin numara tercihlerinden daha önce bahsetmiştim. O yazıdan bu yana, yazın en bomba transferine imza atarak, kaptanı olduğu Arsenal'dan ezeli rakip Manchester United'a transfer oldu. Açıkçası haberi duyar duymaz aklıma hemen mâlum konu geldi. Bekliyordum yine bir farklılık. E Van Persie bu, durur mu; Manchester'da da kariyerinde daha önce giymediği bir numara seçmiş. Şaşırtmadı.

Hani bazı oyuncular vardır, numaralarıyla özdeşleşirler. Maldini-3, Puyol-5, Raul-7 gibi... İşte Van Persie de bunun tam tersi. Bu adamı futbolu bıraktıktan sonra her hatırlayışımda, aklıma belli bir numara değil, komple numpad gelecek. Santral gibi mübarek...

Hazır bahsetmişken, ManU kariyerindeki ilk golüne çok şık bir imza attığını da atlamayalım. Şöyle...

27 Temmuz 2012 Cuma

PES 2013


Sabahla öğle arasındaki geçiş zamanındayız. Son 20 günde adetim olduğu üzre geceyi uyumadan geçirdim. Saat 8'de uyku bastırmıştı ama yatakta debelenerek geçirdiğim 2 saat sonucu kendime daha fazla eziyet etmeyip PC'ye dönmeye karar verdim. Canım sıkıldı, ne yapacağımı da bilemedim. Sonra aklıma geldi, son 8 yılda en ilgisiz oynadığım PES demosunu kısaca inceleyeyim, dedim.

Uzun paragraflardan oluşan kompozisyon yazma niyetinde değilim. Madde madde değineceğim.


  • Hayatımda ilk defa hiçbir gameplay (oynanış) videosunu izlemediğim bir oyunun demosunu oynuyorum. Normalde hazirandaki E3 ve ağustostaki Gamescom fuarlarından türlü oynanış videoları çıkar (ve sızar); biz de onlardan biraz izlenim edindikten sonra demoyla tanışırdık. Bu sene E3 bu yönden kısır geçti, Gamescom da daha gelmeden demo çıktı.
  • Ekimde çıkacak futbol oyununun demosu temmuzda mı çıkar? Geçen sene ağustosta demo çıkarıp, full sürüme kadar ikinci demoyu da çıkarmışlardı. Bu sene hat-trick yapacaklar herhalde.
  • PES'i yapanların Müslüman olduğunu düşünüyorum. Japon deyip geçme, inançlı adamlarmış demek ki. Senelerdir her PES demosu ya Ramazan'da, ya da Ramazan Bayramı'nda çıktı. Ramazan her sene 10 gün öne kayıyor; bu adamlar da yakalamak için oyunu öne kaydırıyorlar. Benim için artık Ramazan demek, PES demosu demek. Allah kabul etsin, Konami.
  • Yıllaaar sonra PES'ten FIFA'ya dönünce, bu demo da hâliyle ilgimi pek çekmedi. Zaten Konami'nin yayınladığı birkaç hareket videosundaki abuk animasyonlar, serinin bıraktığım yerden, yani 2012'den pek de yol kat etmediğini gösteriyordu.
  • Oyunun 2012'den en büyük farkı, akıcılaşmış olması. 2012'de topu kontrol etmek, ya da koşan oyuncuyla dönüş yapmak, yavaş ve robotumsu görüntüler oluşturuyordu. O yönden iyi toparlamışlar.
  • Karambol iyice bulanıklaşmış. 2-3 oyuncu topun başında toplanınca yapay zeka ne yapacağını şaşırıyor; oyun bir anda her tür saçmalığa açık hâle geliyor. Tabii bu anlarda hiç anlamadan seri çalımlar da atabiliyorsunuz.
  • Ara paslar ve özellikle havadan atılanları, 2011'de aşırı kolay olduktan sonra 2012'de resmen seriye veda etmişti. Geri dönmüşler. Üstelik oyuncuya ter döktürmeyecek kolaylıkta, aklına estiğinde yaptırmayacak zorlukta. Biraz kararını bulmuş sanki.
  • Kaleciler artık topu aldıkları zaman daha hızlı ve etkili degajlar yapabiliyorlar. Özellikle el degajları büyük oranda yenilenmiş.
  • ŞUTLAR! Serinin son oyunlarında giderek saçmalayan, futbolun en önemli hareketlerinden biri. Bu sene artık güzel animasyonlarla, kendimizi de fazla yırtmadan düzgün şutlar çekebiliyoruz. Ama ne şutlar! Bu kadar mı kolaylaştırılır; bu kadar mı ayağa düşürülür... Aklınıza gelebilecek herhangi bir futbolcuyla, ayağıyla topa vurabilen herhangi bir canlıyla, bu oyunda ceza sahası çevresinden çok rahat goller atabilirsiniz. Sadece 2-3 maçta alışmanız yeterli. Hayır, herkes çok rahat şutlar çekince, yıldızlarla da bu işin suyu çıkıyor. Misâl, demoda en iyi Ronaldo vardı. Hoca o nasıl şutlar, o ne füzeler... Mübareğin ayağından çıkan gol... Tamam, Ronaldo zaten çok iyi bir oyuncu ve şutlarıyla ünlü. Ayrıca oyunlarda kapak yıldızları da hep biraz yükseltilir. Ama bu kadar da abartılmasın. Herhalde Barça'yla oynarken top Messi'nin ayağına değince hakem direkt gol verecek.
  • Şu yukarıdaki fotoya bakın. Onu koymamın mantığı "PES 2013'le ilgili bir şey" olması değil. Tesadüf değil. Zlatan'ın imzasıdır. Hatta kariyerinin özeti. En çok yaptığı kendine has harekettir. Dolayısıyla PES 2013'te Zlatan gibi büyük bir yıldızın bu meşhur hareketinin olması gayet normal. Peki PES 2013'te istisnasız her futbolcu, istisnasız her yerde, en ufak bir karambol gördüğünde şu hareketi yapabiliyor, desem? En son altı pasta bir savunmacı topu uzaklaştırmak için bu harekete kalkışınca çıldırma noktasına geldim. Daha bu şekilde asist yapmaya çalışanlar mı dersiniz, orta sahadan ileriye top çıkaranlar mı, taç çizgisinden top çevirenler mi... Ohooooo...
Toparlayacak olursak, PES bu sene biraz daha iyi; ama hâlâ FIFA'nın gerisinde. Tabii daha temmuzda çıkmış bir demo bu. Full sürüme kadar çok değişiklik olabilir. O ihtimâli de düşünürsek, bu sene PES; kemik hayranlarını tatmin edecek kadar güçlü, FIFA'cıları çelecek kadar yetersiz; ama tarafsızları ikna edebilecek kadar da rekâbetçi. Kısaca Oyungezer usulü sıralama yaparsak;

FIFA 12 > PES 2013 Demo > PES 2012

6 Temmuz 2012 Cuma

Taçsız Geri Zekalı


Ülkenin gelmiş geçmiş en büyük sporcularından biri hakkında kitap yazıyorsun. Ve kitabın kapağına, sporcunun kendi ismiyle özdeşleşmiş formasıyla olan fotoğrafını koymuyorsun.

İşin en kötü yanı da ne; biliyor musun Yalçın? Bu kitabın yazarı, o kulüple içli dışlı olmuş, dinozor spor yazarlarından...

The Best...




2012 Avrupa Futbol Şabele şübele zöttürüsünün en güzel ânı... Tabii "an" deyince tek bir kare koymak daha mantıklı olurdu; ama aslen o birkaç saniyeyi kastettiğim için böyle yaptım. Her neyse...

Bu arada, böyle futbolun ağzına Joey Barton sıçsın.

18 Haziran 2012 Pazartesi

Runner-Up


Futboldaki Hollanda Milli Takımı tutkum, 10 yıldan daha fazla bir zaman öncesine dayanır. Bu takımın hem rengine, hem futbolcularına, hem futboluna tutulmuştum. Geçen 10 yılda Hollanda yine aynı kalitede futbolcular çıkarmayı başardı, çok daha güzel turuncu formalar yaptı; ama bir şey eksik kaldı...

10 yıl önce de bu takımda dünyanın en iyi futbolcuları oynuyordu. Yine hepsi, Juve, Barça, Arsenal gibi üst düzey takımlardaydı. Ama 10 yıl önce o büyük yıldızların her biri, turuncu forma altında bir takımın parçasıydı. Egoları, Alplerin zirvesinde değildi. Modern total futbolun en iyi temsilcileriydi. Birlikte oynar; her an, takım için en hayırlı olacak kararı vermeye çalışırlardı. "Takım" olarak, bugünküyle aralarında önemli farklar vardı...

OVERMARS, SOLDA TOPU HER ALIŞINDA, ÇAPRAZDAN CEZA SAHASINA SOKULUP TOPU SAĞA ÇEKEREK ŞUT ATMAYA KALKIŞMAZDI.

ORTA SAHADA OYUNU YÖNLENDİRMESİ BEKLENEN OYUNCULAR, HER DEFASINDA TOPU 1 DAKİKA AYAKLARINDA TUTUP, ÖNÜNE GELENİ ÇALIMLAYAMAYA ÇALIŞIP, ŞUT POZİSYONU YARATMAYA UĞRAŞIP, EN KÖTÜ DURUMDA CEZA SAHASINA ŞİŞİRMEZLERDİ.

KLUIVERT'I YEDEK BIRAKIP, BERGKAMP'I HEDEF SANTRAFOR OYNATAN BİR TEKNİK DİREKTÖR YOKTU.

EN ÖNEMLİ MAÇTA, 2 SENEDİR MAÇA ÇIKMAYAN ADAM OYNATILMAZDI.

Boşuna savunmacılara o kadar sövmeye gerek yok. Tamam, yetersizler. Ama şu takımın şu duruma düşmesinin ana sebebi değiller. Öyle olsaydı, aynı savunmacılar iki yıl önce Dünya Kupası finalinde olmazdı. Bu takım, "total"liğini, takım olgusunu kaybetmiş bir Hollanda. Yıldızlarının egolarının altında ezilmiş, top cambazlarının ayağına bakan bir Hollanda. Bu Hollanda gerçek Hollanda değil. Bana evrilmemiş, kendi felsefesinden çıkmamış Hollanda'yı getirin. Çocukluğumun Hollanda'sını görmek istiyorum.

Runner-Up... İngilizcede ikincilik için kullanılan bir terim. Başlığa koymamın sebebi, bu konudaki bir istatistiğin devamı. Bir Avrupa Şampiyonası'nda daha, son Dünya Kupası'nda 2'nci olan takım, gruptan çıkamadı. 1996 İtalya, 2004 Almanya, 2008 Fransa... Aksini yapan son takım, kendi evindeki Euro 88'de yarı finale çıkan, 86 finalisti Batı Almanya.

16 Haziran 2012 Cumartesi

9 Haziran 2012 Cumartesi

Rus Tilkisi


Euro 2008'de, Sovyetlerin dağılmasından bu yana en büyük başarısını yakalayan Rusya, yukarıda gördüğümüz yatay bandı taşıyan iki forma giyiyordu. Diğeri de aynısının beyaz gövdelisiydi.


Turnuvadan hemen sonra Adidas'ın sponsorluğa geçen Ruslar, geçici olarak hazır kalıptan şu formaları giydiler.



2009 yılı geldiğinde Adidas, Ruslar için şu özel formayı tasarladı. Kırmızının koyulaştırılıp bordoya yaklaştırılmasının yanında, altın desenler ve fontlarla güzel bir bütünlük sağlandı. Desenlerle aynı tondaki çorap da formaya çok güzel bir hava katmıştı. Ayrıca bu kalıp, sonraki sezon  Bayern Münih, Chelsea gibi takımlarca da giyilen, sevilen bir kalıp oldu.


2009'un sonlarına gelindi. Rusya, Adidas'ın politikası gereği, birkaç aydır giydiği formasına veda ederek, onunla aynı tarzda bir formaya geçti. Bu forma, onların Dünya Kupası'nda giymeleri plânlanan formalarıydı. Tıpkı Fransa gibi Rusya da Dünya Kupası play-off'larına bu yeni formasıyla çıktı. Fakat sonuç hüsran oldu. Slovenya'ya elendiler.


Üç farklı formayla ve sonuç olarak başarısızlıkla sonuçlanan 2010 Dünya Kupası macerasından sonra Euro 2012 elemelerinde Adidas, Rusya'ya yine farklı formalar sundu. Ana renk yeniden açıldı, kırmızıya dönüldü. Altın detayların yerini beyaz aldı. Göğüs numarasının altından Rus bayrağı şeklinde başlayıp diğer taraftaki omza doğru incelen çok hoş bir desen vardı.

  

Ve Euro 2012. Tilki döndü, dolaştı, yine Euro 2008'deki tarzını buldu. Mantık olarak tamamen aynı forma. Bu defa bant yatay değil, çapraz. Ve deplasman forması da yine tamamen aynı; bunun beyazı. O kadar denemeden sonra sonuç bu olmamalıydı. Tabii bir de bunun, Adidas'la daha 4 sene dolmadan giyilen 5'inci iç saha forması olması var ki... Takdire(!) şayan...

31 Mayıs 2012 Perşembe

444 0 Van Persie


18'inde genç bir delikanlıydı, Feyenoord'da as takıma çıktığında. 32 numarayı giyiyordu. 3 yıl giydi o formayı. 21'ine geldiğinde, Wenger onu yaşı geçmeden almak istedi.


Premier Lig'in, o dönem şampiyonluklar, kupalar kazanan bir takımı olan Arsenal'a geldiğinde Wiltord'dan yeni boşalmış olan, 6 sezon giyeceği 11 numarayı aldı.


Arsenal performansı onu artık bir Hollanda milli takım oyuncusu yapmıştı. İlk turnuvası, 2006 Dünya Kupası oldu. Milli takımda kıdem olarak henüz yeni yetme olan Robin, 17 numarayı giyiyordu.


Euro 2008'e geldiğimizde, Van Persie artık, takır takır oynayan Hollanda 11'inin sabit bir üyesi olmuştu. Hollanda geleneklerine göre ilk 11'den numara seçme hakkı kazanan Arsenal'lı; bir önceki turnuvadaki numarasının başından 1'i atıp, 7 numarayı giymeye başladı.


2010 Dünya Kupası'nda ilk 11'deki yerini koruyordu. Ama mevki kayması yaşamıştı. Artık takımın santraforuydu. 11'deki tek sanrafor olarak da 9 numara ona kalmıştı.


Güney Afrika'daki şerefli 2'ncilikten sonra kulübü Arsenal'da Gallas'tan boşalan 10 numaraya (o da ayrı saçmalık ya...) yerleşti.


Ve geldik Euro 2012'ye... Bu yazıyı birkaç aydır plânlıyordum. Ama Euro 2012'yi beklemek istedim. Küçük bir ihtimâldi ama gerçekleşebilirdi. Ve gerçekleşti! Son zamanlardaki formuyla milli takımın da santraforluğunu devralan Huntelaar'ın 9 numaraya geçmesiyle, Van Persie yine numara değişikliğine gitti. Belki de ideal 11'de olmayacağının göstergesi olarak, daha önce hiç giymediği 16 numarayı aldı.


Haberi UEFA'nın sayfasından öğrendik. Dün de Slovakya'yla oynanan hazırlık maçında, Van Persie turnuvadaki numarasıyla sahaya çıktı. Milli takımla 4 turnuvada 4 farklı numara! Ne garip bir istatistik... İstatistikten ziyade benim buna dikkat etmem daha da garip olabilir; bilemiyorum. Öyle ya da böyle, milli takımla katıldığı turnuvalarda forma istikrarı bakımından sıfırı bozmayan Van Persie'yi kutluyoruz.

12 Mayıs 2012 Cumartesi

Portugal


Eskiden Portekiz genellikle koyu tonda (bordoya yakın) kırmızı forma ve çorap ile yeşil şort giyerdi. En net örnekler, -Portekiz'in de dünya futbolunda tırmanmaya başladığı- Euro 2000 ve 2002 Dünya Kupası'ydı.


Euro 2004'te bir değişiklik yapıp, hem kırmızının hem de yeşilin tonunu açtılar. Özellikle kırmızıdaki (ya da bordodaki) değişiklik epey göze çarpıyordu.


2006'da köklü bir değişiklikle, formalarına özgünlük katan o güzelim yeşil şorttan vazgeçtiler. Ama en azından kırmızının tonunu da eskisi gibi koyulaştırdıklarından az da olsa fark yaratıyorlardı.


Euro 2008'e geldiğimizdeyse Portekiz formaları açısından büyük bir hayal kırıklığı söz konusu oldu. Hem kırmızıyı yeniden açtılar, hem de düz kombinasyonu korudular. Desenlerdeki yeşili koyu tonlarda tutmaları formanın görselliğini baltalarken, yukarıda da gördüğümüz bu düz görüntü Portekiz'e yakışmıyordu. Özellikle o turnuvadaki A Grubu maçları bu durumu göstermek açısından çok önemliydi. Tüm takımların ilk forması kırmızı, deplasmanı beyazdı. Grupta bizim turkuaz şort dışında farklı renk yoktu. Bu yüzden bizim İsviçre maçı dışında tüm maçlarda aynı görüntü vardı. Portekiz'in özgünlükten sıradanlaşmaya yol alışının dip noktasıydı.


2010'da işleri biraz toparlamaya çalıştılar. Dünya Kupası için, tarihlerindeki en büyük başarılarını yakadıkları (Dünya 3'üncülüğü) Eusebio döneminin 1966 kombinasyonunu yeniden tasarladılar. Kırmızı formadaki yeşil şerit başlı başına güzelken, beyaz şort ve yeşil çorapla farklı bir hoşluk yakaladılar. Ayrıca yıllar sonra sarı fontlardan vazgeçip beyaz fontlara geçtiler. Hem hoşluk, hem de özgünlük... Fakat o kupada sadece -bu fotonun da alındığı- Brezilya maçında böyle giyindiler. Bu formayı giydikleri diğer maç olan Kuzey Kore maçında yine kırmızı şort - kırmızı çorap kombinasyonuna bürünmüşlerdi.


Geldik 2012'ye. Portekizliler bu sene yine oldukça düz bir kırmızı forma giyecekler. Resim biraz karanlık olduğu için yorumlamak doğru olmaz ama tonda pek bir değişiklik yok gibi. Formadaki tek "yeşil", yaka. Yine beyaz fontlar var. Kombinasyon hakkında hiçbir şey söyleyemeyiz. Çünkü şu resimde Hırvatistan dışında hiçbirinin kombinasyonu doğru değil. Soldan sağa: Polonya'nın çorabı beyazdır, Fransa'nın şortu beyaz; çorabı kırmızıdır, Hollanda'nın ilk şortu asla turuncu olmaz. Bu yüzden Portekiz'in de turnuvada bu kombinasyonla yer alacağına emin olamıyoruz. Ama olursa da şaşırmayız.

2010'dan sonra bu seneki hiç tatmin etmedi. 2014'te daha güzel bir forma bekliyorum Portekiz'den. Mümkünse koyu kırmızılı ve yeşil şortlu. Tıpkı eski günlerdeki gibi...